ÜLKEM
ÜLKEM
Bembeyaz yağıyor bak hatıralar
İşte yine karşı kaldırımdayım
Sadece sen yoksun ama ne çıkar
Hatırlamaktayım, yaşamaktayım
Annesi
seslendi “Baban geliyor!” Ülkem ve kardeşi kapıda yerlerini aldılar. Her akşam
aynı saatte gelirdi evin babası. Annesi ceketini alır, Ülkem terliklerini
ayağına uzatır, kardeşi Köyüm ile bir ağızdan “Hoş geldin baba.” derlerdi.
Yine
öyle yaptılar. Ülkem terlikleri uzatırken babası saçını okşadı “Hanım, kızıma
bir valiz hazırla, kampa gidiyor.” dedi. Saçlarına sürünen babasının elleri
miydi? Yutkundu… Kamp mı? Ne kampı? Öğretmenleri yeni anlatmıştı Hitler’in esir
kamplarını. İnsanlara ne eziyetler yapıldığını… Birden yırtık pırtık
elbisesiyle tel örgülere yapışmış, çapaklı kara gözleri görüntülendi hayalinde…
Babası, yeleğinin cebindeki köstekli saatini çıkardı masanın üstüne koydu. İki
kez göğsüne doğru çekti pantolonunu. Geceleri güvelerin yiye yiye bitiremediği,
bordo kadife kumaş kaplı berjer koltuğa oturdu. Ağır ağır konuşarak anlattı. “
Pendik’deki Kızılay Gençlik Kampı’na gidiyorsun. Bugün okul müdürünüz geldi
dükkâna. Yeni çıkan fırınlı ocaktan alacakmış. O söyledi ‘Senin kızı da
gönderelim de şu Seben’den çıkıp başka yerler görsün. Çalışkan çocuklardan üç
kişi seçtik’ dedi. El işleri, yüzme falan da öğretiyorlarmış. ‘Senin kız aktif
bir çocuk, gönderelim’ diyor. Çok düşündüm ama başınızda öğretmenler varmış hem
kamptan dışarı çıkmak da yasakmış. Ben göndermezsem dülger Hüseyin’in kızı
gidecekmiş. Bizimki gider dedim.”
Annesi
sessizce dinliyordu. Ayın çekim kuvvetini okuduğunda, annesinin de babasının
çekiminde kalıp evin dengesini hiç bozmadan durmaya çalıştığını düşündü. Söze
karışmak, düşüncesini söylemek gibi bir hakkı yoktu. Belki de vardı ama hiç
talep etmemişti. Sadece “aktif mi?” dedi, şaşkın, titrek sesi uzadı annesinin.
Çabuk eskimesin diye yeni alınan çorapların topuğuna diktiği yamayı eliyle
düzeltti. Hiç şikâyet etmeden yaptığı ev işlerini de yalnızlığını okşar gibi
sürdürürdü. Altı Mayıs günüydü, radyoda haberleri dinlerken komünist üç genç
için idam kararı verildi diye anlatırken spiker, alttan asalım asalım seslerini
duyunca annesi dantelini elinden bırakıp yanağından süzülen yaşları yemenisinin
ucuyla sildiğinde, babası “ne o? Sen ne
anlarsın devlet işlerinden anarşit mi kesilcen başımıza. “ dediğinde “ yooo da
pek gençlermiş. Hangi ananın bağrı yan… dı ” diye cevap vermeye kalkarken daha
“ kes kes aklının ermediği… tövbe… anasıymış... kuzusuymuş…” diye azarlandı.
Evdeki
disiplin ve baskı öyle hareketsiz bırakıyordu ki Ülkem’i, okula gidince bilip
bilmeden her şeye parmak kaldırıyor, teneffüslerde arkadaşlarına başından hiç
geçmemiş olayları hayal dünyasında allayıp pullayıp, atıp tutarak ilgilerini
çekecek şekilde anlatıyordu. Konuşuyor olmak, dinleniyor olmak hoşuna
gidiyordu. Sınıf defterini her sabah müdür odasından alıp masa üstünde hazır
etmek, öğretmenin altın sarısı Parker marka dolma kalemine mürekkep çekmek onun
göreviydi. Pinpon toplarının ve raketlerin bulunduğu dolabın anahtarı da
ondaydı. Son sınıf öğrencisi masa tenisi başkanı Mehmet anahtarı istediğinde
“Al Mehmet Abi, topların hepsi yerinde” diyerek anahtarı uzatırken, elinin
eline değmesiyle içinde büyüttüğü gizli aşkın korları, maşayla karıştırılırdı.
Her
akşam annesi yemekten sonra kulpsuz fincanla babasının sade kahvesini getirir,
sabah ilk iş mutfaktaki saatli maarif takviminden koparttığı günün yaprağını
yeniden okumak için dizlerini kırarak somyaya oturur, sonra dantelini eline
alırdı. Ajanstan sonra onlar Yıldırım Önal’dan arkası yarın dinlerken
Ülkem ve Köyüm de babasının kendi elleriyle yaptığı okul sırası gibi ama üstü
kapaklı açılıp kitap dolabı da olarak kullanılan, pembe boyalı masalarında
derslerini çalışırlardı. Birbirlerine bir şey soracak olsalar kulaklarına
fısıldarlardı. Dersleri bitince sıranın kapağını açıp Ülkem mavi kâğıtla kaplı.
Köyüm kırmızı kâğıtla kaplı defterlerini koyarlar, çantalarını hazırlarlardı.
“İyi geceler baba.” diyerek uzun sedirin bir ucuna kardeşi bir ucuna kendisi
yatardı. Babası her akşam yatmadan önce duvardaki küçük gömme dolaptan süt
şişesi içine doldurulmuş karbonatı avucuna döker, ağzına atıp üstüne su içer,
avucunu da iştahla yalardı. İki dakika sonra gök gürler gibi geğirdiğinde
kızlar gülmemek için kendilerini zor tutarlardı. Bazen gizlice onlarda azıcık
alır, avuçlarını yalar, üstüne su içip geğirmeye çalışır, sonra da belli
olmasın diye ağızlarının etrafının iyice silerlerdi. Annelerine iyi geceler
demezlerdi ama ışığı söndürürken o,“iyi geceler kuzularım” derdi Kızlar
uyumuş olduklarından hiç duymazlardı annelerinin sevgiyle, yavaşça kapıyı kapatışını.
Hiç görmediler yürek okşayan bakışlarını.
Ertesi
sabah erkenden uyandılar. Yola çıkmadan önce babası arabanın logosu Hitit
geyiğini iyice parlattı. Kırmızı Anadol’a bindiler. Yakın bir köyün muhtarının
kızı Meryem’i kahvenin önünden, banka müdürünün oğlu Çilli Selim’i de lojmandan
aldılar. Babası Çilli Selim’e “Gel oğlum yanıma bin, erkek adamsın yaaa! Atik
ol, hadi aslanım!” dedi. Ülkem’in gözlerine cam kırıkları doldu. Meryem’le
arkaya oturdular. Meryem’in siyah üzerine leylak desenli, pazen elbisesinden
manifaturacının naftalin kokusu geliyordu. Saçları beline kadar sıkıca örülmüş,
aynı pazen kumaştan bir bezle uçları bağlanmıştı. Beyaz külotlu çorabının
altına giydiği yeşil iskarpinleri cilalıydı.
Kasabadan
kıvrıla kıvrıla taaa tepeye çıkılıp, sonra kıvrıla kıvrıla şehre inen Bolu
dağlarının çamlık yollarından geçerken birdenbire ağaçlara tırmanan sincaplar
beliriyordu etrafta. Bolu’ya
geldiklerinde, babası sırtında limonata ibrikli adamı gördü, durdu. “ Selim
çağır şu adamı oğlum, dilim damağım kurudu” dedi. Selim, “Amcaaaa, amca buraya
bak!” diye seslendi. Limonatacı arabaya yanaştı, upuzun boynunu öne doğru
eğerek bardakları doldururken kasketi yere düştü. İskelet gibi elleriyle bakır
bardağı Selim’e uzattı, Selim de sırayla kızlara verdi, içtiler. Limonatacı
ıslak parmaklarıyla pala bıyıklarını sıvazladı. Babası parayı da Selim’e verdi,
Selim uzattı. Sinir oldu Ülkem. İçinden, “niye, niye yaaa?” diye sordu. Yine
içinden yanıtladı “o erkek ya, ondan ya!”
Meryem
uyudu, Ülkem uyumadı çünkü daha önce hiç görmediği şehirler kasabalar
geçiyorlardı. İzmit Körfezi’nde geçerken babası, arada bir Çilli Selim’e laf
atıyordu, “Baban bi kredi verse, dükkânı büyütcem. Yanına da bi çay bahçesi
yaparım. Sen de arkadaşlarınla okul çıkışı langırt oynamaya gelirsin” diyordu…
Çilli Selim, iki de bir bahar nezleli gözlerini kaşıyarak, babasının her
sorduğuna “Bilmem, bilmem” diye yanıt veriyordu.
Selim
uyuyunca Ülkem de uyudu. Babasının dürtmesiyle uyandı. “Kalkın çocuklar, geldik
şehre giriyoruz, uykunuz açılsın kalkın.” Mavi tabelada “ PENDİK nüfus 15000”
yazıyordu. Seben’in sekiz katı kadardı. Aşağıda görünen denizde, kocaman
kayaların üzerinde birçok insan, ellerinde oltalarla sıra sıra oturuyordu.
Biraz açıkta da kocaman yunus balıkları atlaya zıplaya teknelerle yarışıyordu.
Çocuklar uyku sersemi, gözlerine inanamadılar. “Rüya gibi!” dedi Ülkem. Sanki
gökyüzü yere inmişti. Şimdi, içinden tren geçen, iki yanında daracık çarşıların
olduğu caddeden geçiyorlardı. Yolun iki tarafındaki ağaçlarda “Tersaneler GELİYOR,
Dertler BİTİYOR” pankartları asılıydı. “ Baba tersane ne?” diye sordu Ülkem,
babası “ ananın tersime gelmesi” dedi keh keh güldü, güldükçe koltuk sallandı.
Ülkem başka bir şey sormamaya karar verdi. Dükkânların önünde kediler miskin
miskin uzanmış, kaldırımlarda önünde çeşitli otlar dolu bohçaları sermiş yere
oturmuş köylü kadınlar, çapraz ayaklı sehpada midye dolması satan gençler
vardı. Yol kenarındaki kavaklardan uçuşan pamucaklar arabanın camına
yapışıyordu. Karşı kaldırımda bir gurup genç ellerinde “Tersaneye HAYIR,
denizler BİZİMDİR” yazan kâğıtlarla yürüyorlardı. Sokaktaki erkekler koyu renk takım
elbiseliydi. Çoğunda fötr şapka vardı. Kadınların bazıları banka müdürünün
karısı gibi tayyör giymişler, bazılarında da etekleri uçuşan rengârenk çiçek desenli
emprime elbiseleri, yanı kurdeleli şapkaları vardı. Ülkem hayranlıkla baktı.
Annesi de ince uzun bir kadındı. O da böyle giyinse ne güzel olurdu! Babası
annesinden kısa olduğundan hep önden yürürdü.
Yanında
durup yol sordukları lokantaya bakıp Çilli Selim sordu, “ Amca aspava ne
demek?” Babası “Bizim Vilayette de var
Allah, Sağlık, Para, Aşk, Versin, Âmin demek” dedi. Ülkem’in çok hoşuna gitti
bu harflerin birleşimi. Okul açılınca Mehmet Ağabey’e bir mektup yazmak
istiyordu. Mektup yazmak için nasıl bir bahane bulacak bilmiyordu ama nasıl
bitireceğini biliyordu ASPAVA. Yolun sonundaki tren istasyonunda inenleri
karşılayan insanlar kavuşmanın ateşi ile hep birden birbirlerine sarılıyordu.
Tren yolunu geçince deniz kokusunu genzinde hissetti. Şemsiye gibi gölgelik
yapan sıra sıra palmiyelerle dolu toprak bir yola girdiler. Yaklaştıklarını
işaret eden levhalardan sonra Meryem “Aaa kocaman kapıya bak” dedi. Demir
kapının üstünde “Pendik Kızılay Gençlik Kampı” yazıyordu. Hepsi de heyecanla
kıpırdandı. Girişteki kulübede spor
ayakkabı, kırmızı beyaz eşofman takımlı, uzun boylu, kocaman koyu mavi gözleri
olan, Mehmet Ağabey’den daha yakışıklı bir öğretmen karşıladı. Babası arabadan
indi, bir şeyler konuştu. Kulübenin içindeki masada bazı kâğıtlar imzaladı.
Sonra onlara da arabadan inmelerini söyledi. Babası cebinden bir tomar para
çıkarttı, öğretmene göstere göstere Ülkem’e harçlık verdi. Güneş vurduğundan
iri çakır gözlerini kırpıştırdı, teşekkür etti. Babası, Selim ve Meryem’e de
onar lira verdi.
Yan
yana dizilmiş küçücük kulübelere geldiklerinde kumda sürüklediği bavulun
ağırlığından boynu ağrıdı hepsinin. Öğretmen güneş gözlükleri
takmıştı ama ona baktığını anladı. “Adın ne kızım?” dedi. “Ülkem öğretmenim,
kardeşiminki de Köyüm.” “Ne güzel isimlermiş” “Babam milliyetçiymiş öğretmenim”
dedi. Öğretmen çenesini tuttu “Biraz gevezeyiz herhalde, benim ismim de Yüksel”
dedi. Ülkem, lüzumsuz konuştu diye içinden çok kızdı kendine. Yüksel öğretmen
Selim’i yanına aldı ilerledi. Kızlar kulübedeki kadın öğretmene teslim edildi.
Kadın öğretmenin flüt sesi gibi kısık ve nameli konuşmasını çok sevdi. İlk defa
üst üste duran yataklar gördüler. Kapının arkasına asılmış kâğıttan, yasaklar
listesi okundu. Meryem alt kata, Ülkem üst kata yerleşti. Ülkem annesinin
bürümcük kumaştan diktiği yeşilli beyazlı, minicik kareli, belden aşağısı
volanlı etek gibi duran mayosunu serdi yatağının üstüne. Babasının getirdiği
kırmızı puantiyeli beyaz naylon terlikleri demir yatağın merdivenine koydu
sonra yeniden aldı, giydi. Yemek saatine kadar serbestlerdi. Birazdan on kişi
kadar kızlı erkekli bir gurup odalarına gelip hoş geldiniz dediler,
tanıştılar. “Benim adım Ülkem kardeşiminki de Köyüm ” Çocuklar bunu hiç
önemsemediler. Yemek saati geldi, her sıranın başında bir kız, bir de erkek gurup
başkanı vardı. Erkek çocukları konuşmaya başlayınca saksafonun ilk cırtlak
namesi gibi çıkıyordu sesleri. Çukur
çukur demir tepsi içinde yemeklerini aldılar, masalara oturdular. Çilli Selim
ortalarda yoktu. Beline kadar uzun dalgalı sarı saçlı, omuzları açık, pembe
bluzlu, beyaz pantolonlu, güzel bir kız dua ettirdi. “Artsın eksilmesin,
taşsın dökülmesin, hepimize yarasın, afiyet olsun.” Meryem çorbasından bir
kaşık aldı, “annemi özledim” diye ağlamaya başladı. Onun zavallı mızmızlığından
utanan Ülkem, sanki aynı kasabadan
değilmiş, daha önce hiç görmemiş gibi davrandı. Meryem’in önündeki ürkek jöleyi
önüne aldı, çabucak onu da yedi.
Yemekten
sonra sahile inerken çocuklar sevinçle ve şaşkınlıkla gökyüzüne baktılar.
“Öğretmenim havada bir şey vaaar… Aaa kocaman balon, uzaylılar uzaylılar
geliyooor” diye bağırdılar. Öğretmen “çocuklar bu Zeplin, bir hava aracı beş
altı kişiyi arkasındaki motor ile uçurur. Daha çok reklam işleri için
kullanılıyor, heyecanlanmayın” Hava
kararmak üzereydi. Meryem köylerindeki
barajı büyük sanıyordu ama denizi görünce inanamadı. Ülkem bir kez Köyüm’ü
İzmit’e doktora getirdiklerinde hastanenin penceresinden görmüştü denizi. Yağlı
boya bir tabloydu hatırında kalan. Bazı çocuklar yüzmek istedi ama babası
yaşlarında, kel kafalı, şortu göbeğinin altına kaymış bir öğretmen, burada her
faaliyetin saati olduğunu söyledi, izin vermedi. “Sesi güzel olan, mandolin
çalabilen varsa şarkılar söyleyin” dedi, elindeki şeftaliyi ağzına tıkıştırarak
gitti... Bir ateş etrafında toplanır gibi oturdular. Gökyüzü masmavi, yeryüzü
masmavi, Yüksel öğretmenin gözleri, gece mavisi. Pembe bluzlu kız tahtta
şezlonga oturdu, saçlarını tek taraflı omzundan alıp göğsünden aşağı attırdı,
şarkı söylemeye başladı. O ağacın altını şimdi arıyor musun? O güzel gözler için bilmeeeem bilmem,
laralaralay bilmem, laralaralay bilmem yanıyor musun?
Ülkem
ilk kez babasını sevdiğini, annesine kızdığını, kardeşine anlatacaklarını
düşündü. Sonra unutmak istedi babasının sırtına, annesinin ispirtolu pamuğu el
çabukluğu ile içinde dolandırıp çay bardağını yapıştırdığında içinin
çekildiğini, panayır günleri hariç
yaprak kımıldamayan kasabayı, kendini göstermek için çabaladığı okulu, Mehmet
Ağabeyi. Sesi güzel olmadığı için üzüldü. Saçlarını açtı. Babası, kâkül
kestirmesine izin vermezdi, hafif kızlar gibi olurmuş. Saçları diplerinden
çekiştirilerek iki örgü yapılırdı. Bu bin dokuz yüz yetmiş iki yılın modası
İspanyol paça, kareli pantolonu şort gibi olsun istedi ama kıvrılmadı uçları
düştü. Öğretmenleri bir saat sonra sayım yapacaklarını geç kalmamalarını
söyleyerek ayrıldılar. Meryem de öğretmenle gitti.
Pembeli
kız, Çilli Selim ve iki oğlan daha “Haydiii!” diye kalktılar “Haydi denize
gireceğiz.” Hepsi birden koşmaya başladı. Pembeli kız, sarı saçlarını attırarak
“Haydi gel, ismin neydi senin?” “Ülkem” Çilli Selim sırıtarak alay geçti
“Kardeşi de Köyüm” dedi. Pembeli kız “Korkma, ben geçen sene de buradaydım, hep
geceleri de girerdik denize. Sabaha kadar kurur elbiseler, öğretmenler anlamaz.
Yüzmeyi biliyorsun değil mi?” “ Biliyoruuum…” dedi Ülkem. Onlar suları
sıçrata sıçrata koşarken Ülkem de yavaş yavaş ayaklarını suya soktu, ne kadar
zor olabilirdi ki yüzmek! Tabanına batan taşlar canını yakıyordu, bileği
burkulur gibi oldu, çenesi titremeye başladı. Çocukların kollarını ileri atarak
suyla şakalaştıklarına baktı. O da bir kolunu suya şap diye vurup kendini atmak
istedi. Arkadaşları öyle çok gülüyorlardı ki hiç duymadı dalganın sesini,
görmedi karanlık gözleri suların gelişini. Aniden ayağının altındaki kumlar,
çakıllar boşalıverdi. Öne attığı kolu, başının üzerinden geçti kayboldu.
Pembeli
kız “ Selim o kız odaya mı gitti?” diye bağırdı,
Çilli
Selim “ ne bileyim ya çobanı mıyım, haydi yarışalım mı?” dedi.
Kulübede
sayım yapan kadın öğretmen, yeşil mayonun sahibi kızı aramaya çıktığında deniz
durulmuştu. Ayağından esir alınmış yosunlarla birlikte salınan kırmızı
puantiyeli terlikler sakin dalgalarla gidip geliyor, sahile vuran ay ışığı
titrek yakamozlarla içli içli ağlıyordu. Kayalara yapışmış benekli midyeler,
hiç şaşırmamış gibi tepkisiz öylesine… Meryem’in çığlığı tren düdüğüne karıştı, ay
tutuldu, deniz dondu…
Kampın
cankurtaran ekibi ve bir kaç öğretmen defalarca dalıp çıkıp Ülkem’i
aradılar. Bir kum yığınına sıkışmış
çocuğu kurtarıp kucağında getiren Yüksel öğretmeni görünce herkes o tarafa
doğru koştu. Yere yan yatırılıp ilk yardım ile nefes aldığını gördüklerinde
bütün çocuklar sevinç çığlıkları atarak alkış tuttular.
Ülkem,
ömür boyu denizin kenarına bile yaklaşamadı, her tren düdüğünde boğuluyormuş hissiyle irkildi.
Not: Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde
çocuklarımıza yüzme eğitimi verilmemesi,
kasabalarda, okullarda yüzme havuzlarının olmaması çok acı. Ne yazık!
Her yıl boğulan çocuk oranının yüksekliği hangi mazeretle örtülebilir?
Yorumlar
Yorum Gönder