Mahalle hikâyeleri 1 (iki evin hikayesi)



Halakızı Demet'le doğduğumuz, büyüdüğümüz eski mahalleye gittik. Baba evim ve anne evim bitişikti. Yani babam, komşu kızına yan gözle bakmış.  Bir zamanlar asaletle duran evler, şimdi feleğin çemberinden geçmiş yaşlı, hala çekiciliğini yitirmemiş konsomatris eskisi gibi duruyorlar. Saçlar dağınık, dişler düşmüş, kırık çizgilerle dolu çehre, pınarı kurumuş ama neşesini içinde saklayan gözler. Fotoğraftaki sarı ev babaannemlerin, pembe ev anneannemlerin. Babamın babası, şehrin en bilgili ama fakir sağlık memuru Mustafendi (Mustafa Gaffaroğlu). Ben iki yaşımdayken çok genç yaşta sirozdan ölmüş. Annemin babası şehrin zenginlerinden, celeplik yaparak kazandığı paralarla tica rete başlayan Gurramettin Hüseyin Ağa (Hüseyin Yücel).


Altı yaşında ayrıldığım bu mahalleye yıllar sonra döndüğümde geçmişin izlerinin silinmiş olması içimi acıttı. Anadolu’nun uzak kasabalarında bankacı olarak çalışan babamın yıllık izinlerinde gelirdik Nevşehir'e. Taaa Aksaray sapağındaki Ağaçlı Tesisleri’nde başlardı heyecanım. Yol bitmek bilmezdi. Babam “Şu tepeyi geçelim geldik, şu virajı dönelim geldik...” dedikçe kardeşim ile arabanın camından fırlayacakmış gibi eğreti otururduk. Arabamızın mahalleye girişiyle kapılar açılırdı, kime sarılacağımızı bilemezdik. Ben önce amcama koşardım. Kucağına aldığı gibi beni omzuna atarken kardeşimi de diğer

koluna alır döndürürdü. Kahkahalarımız halamın “hadi yenge sofra hazır içeri girelim”  demesiyle kesilirdi. Her yıl boyu daha uzayan mahalle arkadaşım Müjgan “çabuk ye gel” diye el işareti yapardı. Ayakkabılar kapının önüne fırlatılır, önce babaannemlere girilir sonra münasip bir zamanda anneannemlere geçilirdi. Kuyrukyağı kokusu sinmiş mutfaktan taşıdığı güveçlerle, küçücük odalara kocaman yer sofraları kurardı babaannem. Avludaki kilere inmek yasaktı, zemin ile aynı hizada ahşap bir kapak vardı. Hâlâ merak ederim ağzı karanlık merdivenlerin sonunda ne olduğunu çünkü çocuklara yasaktı. Şimdi şu beyaz muşamba kaplı terası o zamanlar bir görseydiniz. Birinci katın damına çıkan merdivenlerde korkuluk yoktu bu yüzden duvar kenarında elimizi sürterek çıkardık, badanası bile sıyrılmıştı. Yengem her sabah erken yıkardı. Suyu çeken mozaik taş kararır öyle bir serinlik yayardı ki öğlene kadar idare ederdi. Amcamın güvercinleri ve beyaz badana sürülmüş yağ tenekelerine dikilmiş çiçekler sıra sıra, rengârenk süslerdi duvar kenarlarını. Terasa bakan küçük bir çay ocağı vardı. Sürekli çay kaynar, her gelene, küçük pencereden hemen bir bardak uzatırdı annem. Mehmet ağabeyimin kamyon kasasında “Erişir menzili maksuduna aheste giden/tiziriftar olanın payına dament dolaşır” diye yazardı.“Erişir menziline yavaş giden, acele gidenin ayağına eteği dolaşır” demekmiş. Onun kamyonculuk maceralarını dinlerken Ekrem ağabeyimin, babamın kahkahaları nasıl coştururdu kaygısız merdivenleri...  

O zamanlar akrabalar yüzde elli, yüzde elli ayrıştırılmamıştı: Bir dedem Cumhuriyet diğer dedem Tercüman gazetesi okurdu ama hep muhabbetle bakarlardı birbirlerine.

Akşamüstü sokakta oynarken acıkır, babaannemden öfelemeç isterdik. Öfelemeç de bir şey olsa; gevrek yufkaları parçalayıp çömlek peyniri ve suyla ıslatıp yumru yumru yapıp yemek ne tatlı gelirdi. Fakir çocukları “Anneee bi dürüm ver!” dediğinde, yufka içine pekmez sürüp verirlerdi. Zengin çocukları “Anneee bi dürüm ver!” dediğinde, kavurmalı ya da sucuklu olurdu. Sonra zengin çocukları elini dürüme kapatıp sorardı “Dürümüm neli?” Ne gösteriş ama! Fakir çocuk “ne bilim neli lan!” Sökmezdi zenginin havası. Şeker kamışcı, kenger sakızcı, macuncu, elma şekerci geçerken başına toplanır oyuna ara verilirdi. Sokakta tel çember çeviren çocuklar nani-nani-nani diye güya zil sesi çıkararak fıldır fıldır dolaşırlardı. Kuzenim Kale’nin sık sık burnu kanar, burun deliğine hep bir pamuk tıkalı gezerdi sokakta. Süheyla devamlı sokurdanır, Enver’in beyaz teninden olacak soğuğun ısırdığı yanakları kıpkırmızı, koştururdu. Hakan, sürekli bir şey yer sümüklü böcek gibi girip çıktı odalarda izi kalırdı. Sinameki bir oğlan ama küçük diye idare ederdik. Benim havam her zamanki gibi hepsinden farklıydı. Boynumda asılı fotoğraf makinasının düğmesine basınca içinden miki fare fırlıyordu. Allah Allah kardeşime niye elbise giydirmişler! Babam Almanya'dadır, yoksa kim cesaret eder ki!

Anneannemin evi kocaman bir hayata (avlu) açılırdı. Kapının solunda ahır, sağında önünde kocaman nalik (Takunya) konmuş tuvalet ve bir çeşme, ahırın üstünde de oturma odası vardı. Şu pembe duvarlı, demir pencereli oda. Yanında sadece bayramlarda açılan kocaman misafir odası; dört tane yeşil kadife kaplı berjer koltuk ve uzunca aynalı konsol vardı. İçindeki porselen takımlar ancak İstanbul’daki, Ankara’daki akrabalar gelince kullanılırdı. Ortadaki mermer sehpadaki kesme cam şekerlik içindeki çikolatalara yutkunarak kapıdan bakardık. Avluda  tandır evi, onun yanında kayıt evi (erzak odası) ve dayımla yengemin kanaviçeli yorgan yastık dolu serin yatak odası. Buraya da girmemiz yasaktı.

Akşam yemeğinden sonra anneannemlerin evinde önce dedemin, kulpsuz fincanda sade kahvesi gelir. Mahallenin büyükleri taş köşkte otururken, annemler, dayı ve amcakızları, enişteler hep birlikte uzun salonda ceviz oynarlardı On tane cevizi kilimin bitimine dizer, sırayla uzaktan nişan alıp ellerindeki cevizle çizgi dışına atmaya çalışırlardı. En çok ceviz toplayan kazanırdı. Kocaman insanlar ne çok gülerdi. O zamanlar ne diziler ne kadın programları vardı. Babamın teyzelerime bir bacım demesi vardı, teyzelerimin de abi demesi, can yarısı gibi samimi. Hediyeler verilir ama verenin yanında açmak görgüsüzlük sayılırdı. Büyükler elini yüzünü yıkarken çeşmede, küçükler havlusunu tutardı saygıyla. Biz çocuklar akşam ezanı okunurken babalarımız gelmeden eve girer ama yemekten sonra gece sokakta saklambaç oynardık. Benden dokuz yaş büyük teyzem oje sürdüğünde, amcam “Asortik teyzen mi boyadı bunları?” der, bana yaşımı bahane eder haddimi bilirdi. Halam elinde doğduğumdan mı ne, bi ayrı sever beni. Akşamüstü dedem içkinin tesiri ile sedirde uyuklar, ben de sedirden pencere önünde çıkar, okuldan gelen halamı görünce küçük çığlıklar atarmışım. Hep, ilk göz ağrım diye severdi. İzin bitip dönüş yoluna çıkma vakti geldiğinde annem valizin fermuarını her kapatışında çıkan o cızırtılı sesin yıllar sonra kocamı terk ettiğim gün hatırlayıp beni ağlatacağını o zaman bilmiyordum. Tüm mahalle sokağa çıkardı. “Yüksel kuzum azıcık pekmez koydum. Günsel bacım şu çömlek peynirini gidince yersin” diye komşular bir şeyler hediye ederdi. Kuzenlerimle birbirimizin boynuna sarılıp ağlarken zorla çekiştirerek arabaya bindirirlerdi kardeşimle beni. Arka koltukta kardeşimin boynuna elimi atardım. O elindeki hediye sapanın lastiğini çekiştirirken gözlerinden akan yaşı silerdim. Ön koltukta annem, arabaya binince “gurbet zor” diye bir başlar, Aksaray sapağına kadar içli içli ağlardı. Ağaçlı Tesisleri’ne girerken babamın “Kes artık!” demesiyle anında susardı. Susardık...

Telefon yok, uçak yok, memur maaşı az ama yürek umutlara gebeyken dostluk ayrılıklara yenik düşmedi hiç...

**


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"amonka muyamba da tunga" yani "kıyakçılığın sonu ayakçılık"

ÜLKEM