Elif’in, Kader'i

 “Müdür Anne, ben ne zaman özgür olacağım?” “On sekiz yaşına geldiğinde, bok böceği!”   
“Peki, kaç akşam var?” Müdür Anne‟nin sinirle, sıkıntı ve anlaşılabilir bir isteksizlikle vereceği cevabın benim için önemi büyüktü.
 “On parmağını üç yüz altmış beşle çarp!..Tövbe, tövbe!.. Git başımdan çocuk; oynattığın o parmaklarını kırarım senin!..” Nereden bilirler böyle şeyleri; özgürlük mözgürlük!
Siniri tanıdıktı, masasındaki rulo edilmiş kağıtlar elini çekince kendiliğinden hırsla kapandı. Ama neden kızdığını anlamadım. Hem neden her seferinde “bok böceği” diyor ki? Üstelik herkesin yanında… İçim bulanıyor.
Aynı gece yatağımda parmaklarıma bakıp önce üç yüzleri, sonra altmışları, sonra da beşleri topladım; ama bir önceki sayıyı aklımda tutamadığımdan özgürlüğümün kaç gün ötede olduğunu hesaplayamadım. Bir süre sonra sidik kokan yatakta bana uzun gelen pijama altımı, kısa gelip belimi üşüten pijama üstümü çekiştirirken ayaklarım terli, sırtım buz gibi yorgun, uyumuşum. 
Rüyamda üzerinde gözleri yumuk ayıcıklar ve aralara serpilmiş yıldızlar bulunan mavi pazen yumuşacık bir pijama vardı. Köydeki evimizin bahçesinde yeni biçilmiş nemli otlara yalınayak basarak tulumbadan su çekiyordum.
 “Eliiif!.. Gel kızım, üstünü başını ıslatacaksın, baban folluktan yumurtaları alıyor, git ona yardım et. Ayağına naliklerini giy yavrum.” Kümese doğru giderken kazlar viyaklayarak üzerime üzerime geliyorlardı. Bir yandan koşuyor, bir yandan bağırıyordum. “Baba... Babaa... Duymuyor musun? Karabaş, kazlara havla... Haydi havla...” Tahta kerevetin altına sıkıştım. Kazlar boyunlarını bir acayip uzatarak tıslıyorlardı. Ağzım açık, ama sesim çıkmıyordu.
 “Kader. Kadeeer! Uyan kız, kalk pis böcek! Yine göl olmuş yatak. Kalk şunu ters çevirelim. Canı çıkacısa fışkı!” Sevgi Anne‟ydi uyandıran: Gün boyunca birçok zamanımız varken, hiçbir şey yapmazken hafta sonları bile neden erken uyandırırlar bilmem… Yüzümü yıkamak için çeşmeyi açtım. Su buz gibiydi. Bir süre aktı aktı, elimi uzatmaya cesaret edemedim. Soğuktan irkilmekten, kendime gelip nerede olduğumu fark etmekten korkup akan suların akan yıllara dönüşmesini dileyerek çeşmeyi kapattım. Koridorda Mehmet‟i gördüm. Elinden, yüzünden sular damlıyor, kolunun tersiyle, yarım yamalak silmeye çalışıyordu. Yüzü soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. “Nehir Anne‟nin evinde sular sıcacık akıyo… Hem Nehir Anne bana portakal sıktırdı. Elime bi kaymak sürdü, çatlaklar geçti baaaak!” dedi. “Bizim köyde sular ılık akar. Yakınlarından şifalı su geçermiş. On sekizime varmadan babam hapisten çıkınca annemi hastaneden alacak, ben de eve döneceğim. Her gün sıcak sularla yıkanacağım.
“Hadi be sen de yalancı, senin köyün yok ki!”
 “Kim diyo?”
 “Müdür Anne… Pis yalancı!”
 “Yalancı sensin! Pipini gördüm, ne biçim, insanda hiç öyle bi şey olur mu? Bizi korkutmak için solucan yapıştırmışsın.”
 “Sensin solucan!”
 “Yok canııım, sensin!” Mehmet saçlarımdan kavrayıp yere doğru çekince canımı da çekip kıpırdayamaz etti. Elinden ısıramayınca biraz daha eğilip bacağını ısırdım. Sevgi Anneee! Sevgi Anneee! Sevgi Anne geldi. Mehmet‟in parmaklarına geçmiş saçlarımı ondan devralıp çekiştirerek beni savurup attı. Bu kadının adına Sevgi diyenler halt etmiş. Müfettiş Baba geldiğinde öğretmenler günüydü. Sevgi Anne elini göbeğinde birleştirmeye çalıştığında kısa kolları yetişmemiş, aksak ayağının üzerine abandığında boyu daha da kısalmıştı. Yamulan ağzındaki dişlerini göstermeden, avurtlarını buruşturup gülümsemeye çalışarak, kara suratını daha da karartan, birbirinin uzantısı kaşlarını kaldırıp “Kader, gel kızım. Haydi, „Öğretmenim‟ Şiirini oku yavrum... Bu kız çok akıllı Müfettiş Bey, Şiiri kendisi yazdı.” dediğinde, şaşkınlıktan şiirimin sözlerini unutmuştum.
 Yarın on sekiz yaşımı dolduruyorum, veee buradan kur-tu-lu-yor-um! Özgür olacağım! Bizi gönderdikleri gecekondu mahallesindeki okulda öğretmenlerimiz, annesi olan çocuklarla uğraşmaktan bize bakamazlardı. Ömrüne sevgisizlik dadanmış, gizli saklı bile sevilmemiş üç arkadaş ortaokulu bitirmeyi başarmış, sonra da müdür annenin kocasının halı atölyesinde çalışmıştık. 
 O gece, son parmağımın son gecesi. Çantamı hazırladım. içi pek boş kaldı; ben de dolu gözüksün diye, içine buruşturarak biraz gazete kâğıdı sokuşturdum. Bir de annemle babamın gazeteden kestiğim resimleri... Yanıma elbise alamazmışım; onlar devletin malıymış. Ben de devletinmişim. Bu yüzden, Mehmet‟in gönüllü annesi Nehir Teyze beni evlat edinemedi. Oh olsun, yarın devletin de, başkasının da malı olmayacağım! Gözlerimi kapatmaya çalışıyorum, hemen uyursam hemen sabah olur. Kendi soluğumla ısınmak için yorganı başıma çektim. Uykum gelsin diye Sevgi Anne‟nin öğrettiği gibi son kez parmaklarımla kırk bir kere sayarak “Elif Allah, mim Muhammet, tez selamet…” dedim; ama olmuyor. Gözlerim, sıkmaktan yorgun, yapış yapış oldu. Sıcak sidik kokusundan genzim yandı. Kalkıp pencereyi açsam küçükler üşüyecek. Gececi tek gözlü Cemil‟den korkmasam bahçeye çıkardım. O pis herifin, “Sana dudak boyası alayım mı?” diye memelerimi ellediğini, canımı acıttığını söylemiştim de Müdür Anne, “Uydurma uydurukçu bok böceği!” diyerek memelerime çimdikler atıp morartmıştı.  Gecenin boşluğu derinleştikçe uzuyor, uzayıp nasırlarım gib,i iplik iplik dipsizleştikçe göz kapaklarıma taşların asıldığını hissediyordum. Bedenlerimizi saran bu karanlığın, bu soğuk ve gri hüznünü yalnızlıklarımıza saran çelik dolapların önündeki perdeleri sanki ömrümüzün önüne çekmişlerdi. Bu öyle bir karanlıktı ki, bu karanlığı yaşayanların günü de, güneşi de karşılarken, ranza demirlerini tutmaya olan alışkanlıkları, ıssızları ellemekten sessiz kalmış çocukların hüznünün ta kendisiydi. Öten horozun, bu hüznü dillendirdiğini düşünüp pencereye doğru yöneldiğimde, yatağın demirine çarpan ayağımın keskin acısıyla başparmağımın koptuğunu sandım. Sancıyla sinirimin çekilip dizimin dermanının kesilmesine aldırmadan ayağımı sürüyerek pencereye ulaştım. Hava hâlâ karanlıktı. Gözlerimle geceyi tararken aslında dağların ardından yükselecek aydınlığı ve o aydınlığı taşıyacak özgürlük sancağımı arıyordum. Yaşamım boyunca peşimi bırakmayan bu duyguyu, günümü güneşle dolduracak heyecanı istiyordum. İyi de neden güneş kıpırdamıyor? Horozlar da mı “özgürlük günümü” şaşırdı? Dolabı yavaşça açtım. Kaymakamlığın bayramda dağıttığı kot pantolonumu giyip belimden düşmesin diye de iple bağladım. Memelerimin düğmeleri belli olmamalıydı; iki atlet, iki bluzu üst üste giydim. Saçlarımı ellerimle düzeltip lastikle bağladığımda, Müdür Anne‟nin, Nehir Teyze‟ye “Bir yerlerine bir şey yapmasınlar diye vermiyoruz” gerekçesiyle bize fırça ve tarak vermediklerini anımsamış, ne demek olduğunu bilememiştim. Kapı her günkü gibi Sevgi Anne‟nin yumruklarıyla sarsılarak açıldı.
“Haydi, kızlar kalkın! Hadi kaltaklar, karpuzlarınız büyüdü!.. Çabuuuk!.. Çabuuuk!” “İşlemlerin tamamlandı. Şimdi, Müdür Anne‟ne git, elini öp. Helallik iste.” Gececi tek gözlü Cemil‟in hoyrat eli bu kez beni sırtımdan Müdür Anne‟nin odasına iteklemişti.

Odada yayılarak oturmuş, koyu, mat, ceviz renkli, esaretin kirine bulanmış takım elbiseli iri kıyım adam, biçimsiz bir köşe mobilyası gibi duruyordu. Karanlık suratındaki sarkık bıyıkları, sırıtır durumdaki ağzından görünen kirli, çarpık dişlerini çevirmişti. Kapını önünde duruşum ışığını engelledi.  Başını yana uzatıp, “Oooo! Maşallah pek de güzelmiş. Biz iyi kapıyız, piyasada bi günde telef ederler bu sabiyi!” diye konuştu. Seyrek dişleri yüzünden tıslayarak konuşan adama, Müdür Anne‟nin cevabı bir başka tıslamaydı sanki: “Bana bak bok böceği; özgürlük istiyordun, al, özgürsün işte! Ali Bey seni Eskişehir‟deki hapishaneye götürecek. Orada gardiyan olarak işe başlayacaksın. Allah devletimize zeval vermesin. Maaş alacaksın. Sigortanı da başlatacaklar. Dizini kır, işini yap. Yok, benim adım Elif, yok köyde anam babam var!‟ hikâyelerini duymayayım. Anan seni doğurup çöpe atmasını bilen bir kaltak, ben de sana "Kader, deyip sahip çıkan gerçek ananım!” Önce bilemedim, anlamadım neler olduğunu. Söylenenler çok “resmi” geldi bana. Ödünç olmasa da kolları kavuşmayan giysiler gibiydi. Ben yaralarımı saracak, geri çevrilmeyecek eşiklerde yaşlanacak bir ömrün düşlerindeydim. “Dikkat edin Ali Bey, bu kızın sessiz duruşuna bakmayın! Bu şeftali teninin altında arsız yosma ateşi yanar. Eh! Hadi size emanet, bu işin sonu selamet! Öp kız elimi! Fettanlıktan uzak dur haaaa!..”
İçi mektupsuz bir zarf gibi uzatılmıştım. Ruhumun üzerinden haramilerin ruhu kırk atın nallarıyla geçiyordu.
Müdür Anne‟nin uzattığı zarf olma korkusunu ben daha o zarf o ele ulaşmadan duymuştum. Zarfı boş bırakmak çok zalimceydi.  Bahçe duvarının dışında, siyah, üzerinde “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan arabanın yanında beklerken anladım başıma geleni. O sırada lastik ayakkabılarının sessizliğinden, geldiğini hiçbir zaman duyamadığım gececi tek gözlü Cemil yanımda bitiverdi. “Kader, napıyon gız, gidiyon mu?” Kulağımın dibinde kazlar gibi tıslayarak fısıldamaya başladı. Elindeki kınnapı iki yanından çekiştirerek, “İstersen şimdi kimseye görünmeden koşarak istasyona git. Banliyö trenine giden merdivenlerin dibinde bekle. Al şu kınnabı, ayakkabı bağı yap. Bağla. Benimle yaşarsın, istediğin dudak boyasını da esvapları da alırım. Bi hapishaneden çıkıp birine mi girecen? Ben sana iş bulurum. Bulamazsam Elif‟im olur, elif elif esersin evimde! Yaşatırım gız, yaşatırım valla! Eh, sen bilin artık!..” Ensemi yakan nefesin kulaklarımdan girip içimi bir tuhaf ettiğini fark ettim. Neden bilmem, etlerim diriliverdi. Kafam karıştı, ne istediğimi bilmeden koşmaya başladım. Müdür Anne‟nin ve karanlık suratlı adamın beni çağıran sesleri uzaklaştıkça ayaklarımı hissetmeden koşuyordum. Nefes nefese istasyonun merdivenlerine çöktüm. Göğüs kafesimi zonklatan bir çırpınmaya tutulmuş, her yerim seğirirken ağzım kurumuş, yutkunmaya çalışarak kulaklarımı tıkadım. 
Ta ki beni sarsarak dürten eli hissedene kadar da kımıldamadan büzülüp kaldım...

24 Mart / Körfez



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KEVSER RUHİ.

HASAN UYSAL

AHMET TELLİ